5 Ekim 2015 Pazartesi

Ayşe abla'ya...


                                     
                                                    İntihar İzi


'' ben yalancı değilim, üzerimde hakkın çok, helal et. Güzellikler sizin olsun. '' Ulan bu nasıl nottur be! Benden sonra Allah belanı versin der gibi, hepinizin hayatına sıçayım der gibi... 
     Bir gün dershaneden çıkmışım, açlıktan ölüyorum. Berna: '' kanka gel ablama gidelim, bir şeyler atıştırırız, öğleden sonraki derse de yetişiriz.''
'' he ya çok açım zaten, gidelim. Yakında kovacak bizi demedi deme. '' Gülümsüyoruz.

Belediye caddesine geliyoruz. Bu memlekette hoşuma giden iki yerden birincisi belediye caddesi, su çıkan  yer de deniyor, ikincisi de havuzlu. Havuzlu denince insanın aklına bildiğimiz geniş, hacimli bir havuz geliyor. Ama bizim havuzlunun havuzu göt kadardı. Tam anlamıyla. 
   
Zili çalıyoruz, ses yok. Birkaç kez daha deniyoruz kapı açılıyor. Suna abla açıyor kapıyı içeri davet ediyor, her zamanki neşesiyle..  Her gün bu saatlerde kahvaltı eder Suna abla. Berna soruyor, Ayhan abi evde mi ? Yok, diyor. İşe gitti. Olsa da ne olacak ki. Gelmeleri bırakmayın sakın. 

Kahvaltı bitiyor. Suna abla kahve yapıyor. Ben ömrümde her gün gelen  misafire bu kadar istekle hizmet eden başka bir ev sahibi daha görmedim. Kapı çalıyor, Ayhan abi, öğle yemeğine gelmiş. Bir baş selamından ibaret muhabbetimiz. Berna çok seviyor eniştesini. Ama hep bir soğukluk var kanka, diyor. Soğuk bir adam, anlamsız geliyor be. Boşver kanka, Suna ablaya iyiyse bize ne, diyorum. Çok zaman geçiyor, çok zaman derken, yıl değil tabi, biz hâlâ parasız öğle aralarımızı Suna ablada geçiriyoruz. Aylar oldu. Ben, Suna abla, Berna ve tabi ki Ayhan abi çok güzel anlaşmaya başladık. O kadar güzel ki paramız olduğu zaman bile dışarda yemek yerine onlara giderdik. Parasından değil aman ha! Neşesinden, neşelerinden...
  Bir gün Bernalarda karyolaya uzanmış sigara tüttürüyoruz. Kanka  be,  ne iyi anlaşıyor enişten ile ablan. Yok be kanka araları pek iyi değil, Ayhan abi zor bir adam, diyor. Kendi halinde biri, diyorum. Yani. Geçiştiriyor. Maaşı falan da iyi, durumları iyi yani, neden anlaşamasınlar ki ? Sus kanka yahu biz kendi hayatımıza bakalım, diyor. Mavi En Sıcak Renktir filmini izliyoruz o gün. Saat 6'yı geçiyor eve yine geç kaldım. Babam! 
    Suna ablalar İstanbul'a taşınıyorlarmış. Yıkılıyorum. Giden yemekler için değil tabi, Suna abla ve Ayhan abi bize o kadar iyi geliyordu ki; ailemden yük ettiğim sıkıntıları, üniversite kazannma belirsizliği vs. ne varsa alıyorlardı sırtımızdan, güzelce yere bırakıyorlardı. Kapılarından içeri yükle girmiyorduk. Dünya o derece umurumuz dışıydı. O derece mutluyuz, umutluyuz. 
Vedalaşmalar bitiyor. Gittiler. 
Görüşmelerimiz azalıyor Berna ile aynıyız, hatta daha  kenetli. O yıl Berna İzmir'e gidiyor, ben Ankara'ya gidiyorum. Dört yıllık üniversite rehaveti de ayıramıyor bizi. Fırsatını buldukça bir aradayız. Berna, Suna ablaları görmeye de sık sık gidiyor. Ben imkanların kısıtlı olması nedeniyle çoğu zaman  yerimde sarıyorum. Suna ablayla muhabbettimiz miladını doldurmadı, bayramdan bayrama seviyesine düştü sadece. Daha az şey paylaşıyorum Suna abla ile. Berna hep var. 
Bir bayram Suna abla ile Ayhan abinin aralarındaki soğukluğu bizzat Suna ablanın ağzından duyuyorum. Yaşamak daha güç gelmeye başlıyor. Anlatma abla, demek istiyorum. Ben sizi mutlu gördüm, mutlu sevdim. Aksi çevremde gani gani var zaten, demek istiyorum ama tutuyorum kendimi.  Anlatıyor, anlatıyor... susmuyor, ağlıyor. Şaşkınlıktan öleceğim. Kahvelerimizi içiyoruz, İstanbul'u sevmemiş, alışamamış dört yıldır. Standartlaşıyor artık Suna abla. Okuyun, kendinizi ezdirmeyin vs vs. ''büyük adam'' entrikaları dönüyor masada. 
 Okuduk bitti, diyorum. Gülümsüyor. 
Daha nadir görüşüyoruz Suna abla ile, Berna hep aynı... Bayrama gelmiş Suna abla. Görmeye gitmek istemiyorum. Büyüdüm mü ? Eski alışkanlıkları bırakalı epey zaman oldu. Nereden çıktı şimdi Suna abla. Berna var  ama bitmeyen alışkanlık. Gitmiyorum, görmüyorum o bayram Suna ablayı. Ayhan abi de kalmadı aklımda zaten. Unuttum ikisini. Israr ediyor Berna, gel be kanka canı sıkkın biraz. Israra hiç gelemem, hemen öfkeye kapılıyorum. Yok ya hu!  bayramdan sonra gitmezse gelirim. Kırmak istemiyorum, evin kalabalığını bahane ediyorum. 
Bayram bitiyor, Suna abla gitmiyor. Neden bu kadar isteksiz olduğumu bilmiyorum. Gelecek kaygıma bağlıyorum kendi kendime. Sadece onu değil, kimseyi görmek istemiyorum. Yaş yirmi beş elde var  sıfır... 
Bayram biteli on beş gün oldu. 
'' Kanka eniştem evde ölü bulunmuş. '' mesaj aynen bu şekilde. Bir daha okuyorum bir daha bir daha... Hangisi diye sormak bile gelmiyor aklıma Berna habire yazıyor... ben donuk donuk ekrana bakıyorum. On beş gündür evdeymiş, apartman kokunca komşular anlamış. Abisi gelmiş,  kapıyı çilingirci açmış.... Şaşkınlık, üzüntü, vicdan azabı da cabası. '' üzülme kanka be 'dünya bu kadar işte, burası bu yani' '' Kitabı anımsa, diyorum. Ben bile inanmıyorum yazdıklarıma. 
  Ertesi sabah uyanır uyanmaz Berna'yı aramak için telefonu elime alıyorum. Berna mesaj atmış. '' intiharmış.'' 
Yıkılıyorum. Tıpkı bizi bırakıp İstanbul'a gideceklerini öğrendiğim gün ki gibi. 
Hüngür hüngür ağlamışım o gün. Başım çatlayacak gibi olmuş da ilaç alıp uyumuşum. iki gece uyudum, uyandım. Geçmedi. Ne vicdan azabım ne de acım. 
Geriye haber sayfalarında okuduğum intihar notu kaldı. İsyan edercesine '' güzellikler'' dilemiş Ayhan abim.  
Suna ablayı görmeye gitmemiştim. Hayatımın en büyük ikinci pişmanlığını yapmıştım. Hem de henüz yirmi beş yaşımdayken. Yolun yarısı bile değilken...

                                                                                                  

9 Mart 2015 Pazartesi


   Pencere kenarındaki eskimiş, köhne  kanepeye oturdu, kös kös dışarıyı izliyordu. Elinde ya da ağzında oyalanacak bir şeyler istedi.Oturduğu yerden doğruldu ve sabahın ilk ışıklarını bütün enerjisiyle -kollarını iki yana adeta bir denizi kucaklayacak gibi- sineye çekti.  Hemen her sabah olduğu gibi  bu sabah da, kocasını işe yolcu ettikten sonra pencere kenarındaki kanepesine yerleşti. Çoluk çocuğun oyunlarını izler hatta bazen bu oyunları anlamlandırmaya çalışırdı.  Pazardan ya da marketten dönen mahalleli kadınlarla muhabbete tutuşur, kadınlarla kahve içmek için kapıya çıkmaya  sözleşirdi.Her gün de benim kapımın önünde içiyoruz şu kahveyi! Biri de demez ki bu sabah bizim tarafta içelim, haspalar!  İçindeki kalkıp gitme dürtüsü onu harekete geçirdi ve bakkalın yolunu tuttu. Kapı eşiğinden, bakkal çıraklığı yapan Esra'ya selam verdi. Esra, mahallelilerden Hatice'nin kızıydı. Küçükken aynı adamı severlermiş Hatice'yle. Esra,ela gözlü, asık yüzlü, sert mizaçlıydı. Gençliğini bu harabeye dönüşmüş mahallede geçirmişti. Elleri topak topak, yanakları  sarkmış, bir kızın standardının dışında uzun boyu vardı. Nevin'e hiç çekici gelmezdi, ona göre bu asık suratlı yüz  mahalleliye de çekici gelmezdi.
 İçeri girdi;
 -sakız kaç kuruşa, dedi.
-Hayırdır Nevin abla sabah sabah ?
-hiiç. Öyle.
-On kuruş.
    Esra'ya çıkarken eliyle selam verdi. Ev ile bakkal arası üç beş adımlıktı.  Sakızını ağzına atmak için sabırsızlanma gereği duymadı. Evin kapısında bir köşesi yırtık olan terliğini çıkardı, kafasını hafifçe eğdi ayağındaki tek tarafı yırtık terliğe baktı. Yeni bir terlik almalı. Serhat'a söyleyim de akşam bir çift alıversin.Pazardan alırız, on liralık bir şeydir. Serhat da epey yoruluyor, çok mu yük oluyoruz ona? Kocalık vazifesi bakacak tabi. Anamın evinde kuzuydum ben kuzu! Çocukların da  masrafı cabası. Büyük de hep tembellik! okutmamalı haylazı.  Daha iki yaz öncesi aldığı ayakkabıları giyiniyor adamcağız. Evlere temizliğe gitsem, izin vermez ki deyyus. Serhat'ın kadını zenginlerin evinin bokunu temizliyormuş, dedirtmez. Gururu batasıca! Bu devirde geçinmek zor iş zaten. Ayşe'de geçen anlattı, gırtlağa kadar borca girmiş kocası. Kumarda kaybetmiştir, serseri herif. Yazık etti güzelim kızın gençliğine.  Ağır ağır yürüdü holde, çocuklara bakmak için odalarına yaklaştı,sessizce kapının kolunu indirdi ve göz ucuyla kapı aralığından baktı.  Henüz uyanmamışlardı. Ah! ne tembel bu çocuklar.Kahvaltı hazırlayıp uyandırayım, mutfağa ilerledi. Dolabı açtı. sucuklu yumurta yapmaya niyetlendi ama yumurta yoktu, kalan son iki yumurtayı sabahın köründe işe yolcu ettiği  kocasına kırmıştı. Neyse ki sucuk kalmış. Sucuğu tavaya koydu, üzerine biraz  biber salçası kattı. Yerlerdi çocuklar. Zaten hiçbir şeye itiraz etmezlerdi. Babalarına çekmişler ne de olsa. Cebinden  karbonatlı sakızı çıkardı, neyse sonra çiğnerim. Çocukların kahvaltısı bitti, sofrayı toplamaya başladı. Uyanır uyanmaz sokağa kaçıyor bunlar da. 
     Yeşil fasulye pişiririm, diye geçirdi içinden. Yanına da pilav. Bulgur pilavı mı yapsam? Kaç zamandır yapamıyorum. Serhat da çocuklar da sevmez ki. Kendim yerim. Yalnız onlar için mi yapıyorum sanki. Mideme de oturmuyor değil bulgur. Gece yatırmıyor sonra. Mutfağa girdi, kocasının rakı içtiği ince belli,dokunsan kırılacak izlenimi veren bardağa,soğuk su doldurdu. Ayaklarını sürüyerek koridoru geçti. Önce kanepeye oturdu  sonra elindeki bardağı pencerenin tahtası dökülmüş, yağmur suyu yemekten şişmiş,kenarına koydu. Öylesine getirmişti suyu da, elbet susarım,diye. Fasulye yapayım, yanına da pirinç pilavı, hem çocuklar çok sever. Serhat  bugün kaçta gelir ? Neyse üç gibi başlarım yemeğe, ancak yetişir. Elbiseleri çok kirlenmese, çıkmıyor sonra kömür lekesi. Bütün çamaşırları berbat ediyor. Cebinden sakızını çıkardı. Kabını açtı ve ağzına attı. Sakız, ilk çiğneme esnasında  çok sertti, yavaş yavaş yumuşamaya başladı. Dişlerinde ağırlığı hissetti. Sakızı yumuşatmak da zor. Dışarıya baktı; pencereden ne kolay görünüyordu bir sakız alıp gelmek. Çocukları, Serhat'ı ve kenarı yırtık terliği zihnini yormuştu.

Ne basit işti, bir sakız alıp gelmek. Pencere kenarında iken.. 

13 Şubat 2015 Cuma

 


                                                      Münevver'den Özgecan'a.

Kardeşim, bugün 13 Şubat 2015 benim ölümümün üzerinden tam beş sene geçti. Yukarıdan her şeyi görüyorum. Görüyorum ki beş senedir hiçbir şey değişmemiş.  Caniler hâlâ meydanlarda aşık atıyorlar. Kimseler işini yapmıyor. Şoförler şoför değil, canavar olmuş. Duydum ki birinci sınıf psikoloji öğrencisiymişsin. Bu memleketin sana o kadar ihtiyacı varken sana kıymaları niye ?  Kimseler anlamıyor güzelim. ,yanlış yürüyorlar; görmüyorlar. Hızlı yaşıyorlar; duymuyorlar. Bak sana neler diyeceğim, on sekiz gün sonra benim ölüm yıl dönümüm. Şimdi aklıma geldi o gün. Ne kadar acı çekmiştim. Sayende hatırladım. aldırma gülüşüme, ağlayamadığım için gülüyorum. Sen de çok acı çekmişsindir, biliyorum, hissediyorum. Acılar geçiyor burada. Bana inan. Acı bırakıyoruz zamanla. Alışıyoruz biz. Onlar unuttukça biz alışıyoruz. Çok canın yandı, sesine kimse gelmedi. Dünyaya küstün o an, oysa daha öğle saatlerinde onlarca arkadaşınla gülüp eğlendin. En yakın arkadaşınla otobüste vedalaştın. öptün onu, görüşürüz yarın, dedin. Onu da çağırdın, ama seni duymadı. Anne diye bağırdın, annen yoktu. Baba dedin; baban seni okulda biliyordu. Herkes kendi halindeydi. SEni duyan, gören olmadı. Ben seni gördüm kardeşim, beni affet sana yardıma gelemedim. Burada izin vermediler seni kurtarmama. Ama burası çok güzel, gelince göreceksin sen de. Oradan daha ferah hem. Sen istediğin zaman istediğini görebiliyorsun.
    Benim üniversiteye gitmemi engellediler, senin de üniversiteni okutmadılar. Hayallerin vardı senin de benim gibi. Gerçekleştirmemize engel oldular. Hayallerimizi çaldılar. Ne düşünüyordun otobüse bindiğinde ? Bir an önce eve gidip üzerini değiştirip biraz dinlenmek istiyordun. İzin vermediler. Sen en sevdiğin şarkıyı bütün masumiyetinle dinlerken onlar şarkıların önemini bilmediler. Senin küçücük bedenini düşlediler. Haince! hunharca!
 Sevmenin tadına yeni yeni varıyordun, sevdiğine acımadılar. İlk aşkı yaşatmadılar sana. Üniversiteye gidince ile başlayan cümlelerin sonlarını yaşayamadın. Yaşayamadığın bütün güzellikler kaldı şimdi. Kim verecek bunların hesabını ? Sorular sormamalıyım. Cevabı yok hiçbirinin çünkü. Her şeye kader diyecekler. Ve susacaklar. Ağlayacaklar, eskitecekler seni de gözyaşlarıyla. Ama hiçbir şey yapmayacaklar kardeşim! dur demeyecekler. Sen alış. Acı çekme. Gel, hadi. Hoşgeldin yeni dünyana.

16 Aralık 2014 Salı

                                                Çocuk Azize

Azize, mahallelinin çingeneler diye adlandırdığı ailenin kızlarından biriydi. On iki yaşında, elâ gözlü, bembeyaz tenliydi. Banyodan hemen sonra saçlarını kurutmadan sokağa çıkardı.  Çekingen ve uysaldı.  En azından Meral' e göre öyleydi. Meral hiç sevmezdi Azize' yi. Çok zeki bulurdu onu aslında. İçinde haset beslerdi ona karşı. Bazen bunu düşünürdü, düşündükçe önce Azize'den sonra kendinden nefret ederdi.Meral'in kendine olan nefreti dâimiydi. Hoşlanmıyordu kendinden.  Yerli yersiz öfkeleri vardır, öyle öfkelenir ki karşıdaki insanı sonsuza dek kaybedecek derecede sözler söylerdi.  Çoğu zaman da kaybederdi sevdiklerini. Ağır olurdu cümleleri. Öfkesi,siniri çevresindeki insanları bunaltırdı. Bazen elinde bulunan, kendine ait olsun olmasın ne varsa yere çalardı. Dakikalar sonra pişman olurdu. Hep pişman olurdu, hep pişman olacak şeyler yapardı. Azize' yi kırardı, üzerdi. Ama Azize hiçbir zaman bırakıp gitmezdi onu. Meral'i severdi. Belki sever gibi yapardı. Durumları biraz iyi olduğu için - en azından kendilerinden iyi-  yanından ayrılmazdı. Sokaklarda birlikte gezerlerdi. Balkonu olan evlerden birlikte oyuncak çalarlardı. Hiçbir konuda anlaşamayan bu kızlar oyuncak konusunda da anlaşamazdı. Çoğu kez aynı oyuncağa yönelirlerdi. Ve bir gün bunun cezasını ödediler ,yakalandılar. Meral yine öfkelenmişti. Eliyle Azize'ye doğru yöneldi. Birden nasıl olduysa Azize'nin pamuk gibi yanağına -Meral'in deyimiyle pamuk gibiydi Azize'nin yanakları- sert bir tokat indirdi. İkisi de şaşkınlık içerisinde ne yapacaklarını bilemez halde birbirlerine baktılar. Sadece baktılar. Sonra Azize'nin gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Ağlıyordu Azize. Meral ilk kez öyle görüyordu onu. Azize ses etmeden ağlıyordu. Meral, bu çingene kızın sessiz ağlayışına şaşmıştı.Tepkisellik bekliyordu. Azize bir şey söylesin istedi. Sessiz sedasız ağlamalara alışık değildi oysa. Kardeşi böyle ağlamazdı ki, feryat figan evi bastırırdı. Çoğu kez Meral korkardı bu yüzden. Ama Azize... Ses çıkarmadan öylece durup bakıyor, sanki ağlamıyor da gözüne toz kaçmış gibi yapmıştı. Şaşkınlığını gizlemeye çalışır Meral.  Alelacele toparlanırlar, evin yolunu tutarlar. 
   Kızlar bu utancı mahalledeki diğer çocuklara anlatmamaya karar verirler. Meral yine bir pişmanlık buhranı ile çeşitli bahanelerle Azize' yi konuşturmaya çalışır. Ancak Azize konuşmamaya yemin etmiş, bir tokat yüzünden dünyaya küsmüş gibidir. Sokağın başında ayrılırlar. Meral mahalledekilerin onunla görüştüğünü bilmelerini istemezdi.  Utanırdı Azize'yle dolaşmaktan. Çünkü hiçbir çocuk oynamak istemezdi onunla. Çünkü bitliydi Azize, çingeneydi, ailesi pis ve pasaklıydı. Mahalle halkı da çocuklarını sıkı sıkı tembihlerdi. 

   '' çingenelerin olduğu tarafa gitmeyin, çingenelerden uzak durun.. ''  daha bir sürü ikazdı işte.

Bazen dozunu kaçırırlardı hatta. Azize'yi gördükleri yerde ailesiyle ilgili mide bulandırıcı söylemlerde bulunurlardı. 
      Ailenin en akıllısıydı. Öyle düşünürlerdi ama elden ne gelir. Yardım etmekten çok vahlanırdı mahalleli. Dedikodu da cabası olurdu. Kardeşi deli Salih'i elinden tutup gezdirirdi. Kimin ne söylediğini umursamazdı bile. Küçük Kadın'dı. Annesinin annesi babasının babasıydı. Abi-ablalarının  da anne-babasıydı. 
     Okula gitmiyordu, gitmek de istemiyordu zaten. Sevmiyordu okulu. Okuyan çocukları da sevmezdi. Böyle de bir kibiri vardı. Sanki çocuklarla kendi istemediği için oynamazmış gibi davranırdı. Belki gerçekten istemezdi. O yüzden mahallenin içten içe sevdiği kızdı. 
     Azize o günden sonra Meral'i hiç affetmedi. Onunla gizli olan buluşmaları da kesti. Meral, defalarca özür dilemişti halbuki. Neden affetmek istemedi ? Onun tanıdığı Azize affederdi. Günlerce düşündü Meral. Konuşmaya karar verdi onunla. Bu vicdan azabına dayanmak zor geliyordu çünkü. Okuldan çıkışta hemen Azizelerin yaşadığı gece kondunun  karşısında bulunan  apartmanlarına girmek yerine Azizelerin  gece kondusuna yöneldi. Etrafa bakınıyor bir yandan. Bir gören olmasın istiyordu. Çekiniyordu hâlâ. Çevreye bakınayım derken gece kondunun ortasına kadar ilerlediğini farketti.. Ancak ev bomboş. Kimseler yoktu. Kötü kokular hariç. Evin içi resmen sidik kokularıyla bulanmıştı. Midesi bulandı Meral'in. Kendini hızla dışarı attı, anlayamadı ne olduğunu. Temiz hava soluğundan sonra farkına vardı. GİTMİŞTİ Azize... 
      Tıpkı Azize'ninki gibi gözyaşları döktü yanaklarına. Pamuk gibi değildi onun yanakları. Ağlarken onu düşündü, onun ağlamasını. Onun gibi ağlamak istedi. Ama yapamadı. Hıçkırıklar kopardı boş avlunun göbeğinde. Durduramadı gözyaşlarını. 
      Ne kadar süre burda böylece durduğunu bilmiyordu, artık hiçbir şey bilmek istemiyordu. Eve gidip uyumak istedi. unutmak istedi. Hep yapardı bunu; unutmak için uyumak vardı onun için. Uyumayı sevdiğindendi bu bahane belki.  
    Seneler sonra bir dersane çıkışında gördü Azize'yi. bir kardeşi daha olmuş. Annesi hep kardeş getirirdi onlara. Kucağında kaldırım kenarında öylece oturuyorlardı. 

       Yine olmadı.. Yanına gidip oturmak istedi ama yapamadı. Önünden geçti gitti.  Çocuk olmaktan vazgeçti sonra Meral. Büyüdü o gün. Muradiye'nin tozlu yollarında bıraktı çocuk olmayı... Hiçbir zaman da unutamadı Azize' yi.

4 Aralık 2014 Perşembe


   

                                         Kayıp Kapak

Beşir'in en sevdiği oyundu gazoz kapaklarıyla oynamak. Aslında bakılırsa Beşir'in mahalledeki bütün arkadaşlarının en sevdiği oyundu. Orta halli ailelerin yaşadığı mahallelerde oyunlar da çocukların kendi imkanlarıyla ortaya çıkarılırdı.  Bu mahallelerde oyuncaklara para verilmezdi. Annelerin babaların kullanmadığı malzemelerle oyuncaklar elde edilirdi.  Dolabın kopan kolu araba  yapılırdı mesela. Babanın alet çantası otobüs...
   Orta ikinci sınıf öğrencisi olan Beşir, derslerinde de vasattı. Okuldan gelir gelmez kendisine ait olmayan odaya çantasını fırlatır, üzerini alelacele soyunur, eşyalarını katlıyormuş gibi yapıp dolabına atardı. Biraz geveze bir çocuktu. Dış görünüşü de pek iyi değildi. On bir çocuğun sondan birincisiydi.  
   Babası mizacı sert, asabiydi. Pek anlaşamazdı babasıyla, babası da onunla, her akşam içen, sabahları da akşam yaptıklarını hatırlamayan bir adamdı. Bazı zamanlar da akşam olanlar için özür dilerdi.  
       Yine bir sabah akşamdan kalma haliyle Beşir'i yanına çağırdı ve ona ''bedava'' çıkan bira kapağını verdi.

        - al bunu oğlum, akşam eve gelirken bir birayı burdan al. 

üzerine beş lira daha verdi. Toplamda iki bira almasını tembihledi. 
Beşir, öfkesini gizleyerek, sadece boş gözlerle bakmakla yetindi. Kapağı cebine koydu, diğer kapaklarını da öteki cebine...

          Balkondan şöyle bir göz attı mahalleye; çocuklar inmiş miydi, inmişlerse bugün ne oynamaya koyulmuşlardı. Bir yandan mahalleyi dikizlerken diğer yandan babasını düşünmeye başladı. 
               Sevmiyordu onu. Karar vermişti buna. Aslında karar vermekte  çok zorlanmıştı. Sabahları bir melek olduğuna inandığı adam, akşamları bir canavara dönüşüyordu birden. Bazı geceler  sarhoş olan adamın, babası olmadığına inanmak isterdi. Bu bir şeyi değiştirmezdi ama. Çünkü Beşir her akşam yerdi dayağı.. Önce annesi, kardeşleri, ablaları abileri...Sonra ona gelirdi sıra. Hatta bazen sadece kendi yerdi. Babası onun çok yaramaz olduğunu düşünürdü çünkü. Geçerli sebep buydu sarhoşluk değil. 

           Bütün bu düşlerin arasına oturan bir seslenme: 
- Beşir! gel ulan aşağıya. Kapak oynayalım.

+ ne bağırıyorsun oğlum. Tamam, geliyorum.

  Beşir, cebine doldurduğu kapaklarıyla hızlıca merdivenlerden indi. Şakır şakır ses geliyordu cebinden. En sevdiği sesti..
       Babası gelmeden eve dönmeliydi, onu mahallede oyun oynarken görürse kaçınılmazdı dayak yemesi. Diğer çocuklar akşam ezanı okunur okunmaz eve geçerdi, Beşir babası mahallenin köşesinde  görünene kadar. Bazı zamanlar babası evin kapısından girer  girmez kapıda Beşir'in onu görmesini beklerdi. Beşir de bunu bildiği için oyun oynarken sürekli evlerinin kapısına bakardı. Çoğu zaman oyuna  dalardı aslında. Babası bunun da çözümünü düşünmüş olacak ki balkona çıkardı. Balkonda sadece izlerdi. Seslenmeden, seslenme gereği duymadan izlerdi. Dakikalarca beklerdi orada, bir ayağını çok yüksek olmayan balkon duvarına uzatır Beşir'in görmesini beklerdi. Zaten her on dakikada balkona ya da kapıya bakan Beşir babasını hemen farkederdi. 
        Oyun bitti. Her zaman olduğu gibi bugün de yutmuştu. Tek mutluluğu mahalledeki çocukları yutmak. Hem de her oyunda. Biriktirdiği yüzlerce bilyesi, gazoz kapakları , tasoları vardı. Evin bodrumuna doğru yürümeye başladı, kafasında kazandıklarının hesabını yapıyordu, birden babasını gördü,babası görmeden kapakların tamamını, evlerinin hemen yanında bulunan izbe bahçeye  attı. Neyse ki fark etmemişti babası. 
      Gelir gelmez biraları sormuştu. Beşir telaşlı biraz da serin kanlı olmaya çalışarak: 
- Hemen alıp geliyorum, dedi. 
        Sinirlenerek elini sağ cebine attı, kapak yok. Sonra sol cebine attı orada da yok. Sinir kendini korkuya dönüştürüyor gittikçe. Engel olunamaz bir gözyaşı geldi hemen ardından. Sakin olmaya çalışıyor kapağı aramaya devam ediyordu. Ama ne yaptıysa ne ettiyse kapağı bulamadı. Aklına bahçeye atmış olabileceği geldi, ancak bahçe çöp yığınıyla dolu olduğu için bulunması zordu. Yine  de devam etti aramaya. Fatih'i çağırdı, en yakın arkadaşı Fatih'ti. Ona yardım edebileceğini biliyordu. Fatih'le dakikalarca aradılar yok. Ne söyleyecekti şimdi babasına ? Ne söylese inanırdı ? Yalan düşünüyordu durmadan. Değiştirerek, yuvarlayarak anlatacaklarını düşünüyordu. Ama artık çok geç... Çünkü babası balkonda onları izliyordu.
- Ne yapıyorsun orada ? 
+ Kapak arıyorum, senin bana sabah verdiğin kapağı kaybetmişim. 
- Bahçede mi arıyorsun ? 

Bahçede mi arıyordu ? Evet. Nasıl izahı olacaktı bunun. Biriktirdiği tüm kapakları buraya attığını söylese , dayak yiyecek, kapağı kaybettiğini söylese yine dayak yiyecek.. Çıkışı yoktu, yiyecekti dayağı. 
   - Evet. 
  + Yukarı gel. 
İşte bu davet dayağa davetti. Alanen bir davet.. 
Fatih'e ucu kırık bir görüşüz attı. 
 Merdivenlerden ağır ağır çıkmaya koyuldu. Ağlamayacağım, ne kadar hızlı vurursa vursun. Kemerle vurursa ? Olsun o zaman da ağlamayacağım. Bu kez sopayla dövecek ama, geçen akşam kopmuştu kemeri.
  Doğru tahminin zevki yüzüne bir gülümsemeyle oturdu. Babası elinde kalın bir sopa ile bekliyordu evde. Ablasını arıyordu Beşir'in gözleri. Onu sadece ablası kurtarır. Ablası yok. Henüz gelmemişti okuldan. 
   Tam anlamıyla eşşek sudan gelinceye kadar yemişti dayağı.. Tek damla gözyaşı akıtmadan. Belki akıtması gereken gözyaşı dudağından akan kan ile anlaşmıştı. Gözyaşı dökülmeyecek bugün. Bugün kanı akacaktı. 
   Hemen o gece ölmeye karar verdi. Dayanamıyordu daha fazla artık. Maalesef  kendini öldüremeyecek kadar yorgun düşmüştü cılız bedeni. Kendiliğinden uyumuştu.. Ve sabah babası baş ucunda saçlarını okşuyordu. Ondan özür diliyordu. Beşir, ağlamamak için sıkıyordu kendini. Babası gitti. Başını kaldırdı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.. Yediği o kadar dayağın ağlatamadığı çocuk, bir baş okşamasına kanmıştı belki... 

      

      
      

27 Kasım 2014 Perşembe

Zelda

bir tez merasimi.. bir kış akşamı elime aldığım kitabın, herhangi bir şiir kitabının, beni sonu görünmeyen bir boşluğa sürükleyeceğini nereden bilebilirdim? düşü-ne-medim. Nilgün Marmara yazıyordu, mor kapaklı bir şiir kitabı üzeriydi.  ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben! kendini bilmiş, beğenmiş, şımarık bir eda var. Kısa bir göz gezdirme sonrası öğrenci evimdeki bin bir zorlukla taşıyıp getirdiğim, küçük koltuğuma atıvermiştim. Şiir, roman, öykü, film, belgesel koltuğum. Edebi sanatlarımı istişaare ettiğim koltuğum. 

        Kimdi Nilgün Marmara ? beynimin ince noktalarında bir his belirdi. Bilgisayar koltuğuma
 geçtim, açtım makineyi, çeşitli okumalar vs... günler, aylar.. 
        
           beni Sema hocayla yakınlaştıracaktı Nilgün. Düşünebilen insan yapacaktı beni, kadının doğurganlığının mide bulandırıcılığını görecektim onda. Mutsuzlar ordusuna bir nefer daha katmayacaktım. Tıpkı onun gibi. Boğaziçi'nde oturulan  merdiven basamaklarının sahnesi Çukurova'da çekilecekti. Çukurova'nın Türk dili bölümünde merdiven basamakları Nilgün ruhunu hissedecekti belki. Yarım bırakmalarımızın ortaklığı çekecek beni. Hayatı, aşkları, sevileri...Aynı bekleme salonunun bireyi olduk. Hayat hep yüzünle seviştik tersinin hatrı kaldı, 

            13 ekim 87   sessiz bir intihar yaşadı. çığlık atmadan dudaklarının kenarında şiir kokan kan ile veda etti. Başka bir hayata hoşgeldin dercesine. 

15 Temmuz 2014 Salı



                                    bir  çift terlik
   Gözlerimi açtım, saat 19'a geliyor. içeriden yaşlı bir kadın sesi: '' Nilgün! git ekmek al, iftar saati yaklaşıyor'' Kalkıyorum sereserpe uzandığım kanepeden, ekmekler zihnimin ücra köşesinde sanki diyorum, rüyamda mı gördüm ekmekleri ? Boşveriyorum, soğuk su istiyorum suratımın tam ortasında, şaplatıyorum buz gibi suyu, tekrar tekrar... Lanet olası baş ağrısı bırakmıyor su zevkini tadayım. Ağrıya inat içselleştiriyorum suyu. içime içime çekiyorum. Sesler durulmuyor. Anne durmadan konuşuyor, cevap vermiyorum ya da belki de veriyorum bilmiyorum. Kapıya yaklaşıyorum, kapının önü terlik kaynıyor, ayağıma uygun olanı seçmeye çalışıyorum. Hangisi ayağımın çıplaklığını daha az gösterir. Utanıyorum, ayaklarımı görsünler istemiyorum. Fırıncılar, dışardaki erkek çocuklar.Ayaklarım bembeyaz, parlıyor. Hangi terlik kapatır ayaklarımı, kararsız kalıyorum. Tırnaklarım dahi görünsün istemiyorum. Yine boşveriyorum, her zaman giydiğim terliği geçiriyorum ayağıma. Kahrolası çok ses çıkarıyor, kimse duymaz umarım. umuyorum kimse duymasın. hurt hurt hurt....
  İniyorum merdivenlerden, lanet olsun çok ses yapıyorum bu terliklerle, vazgecemedim şundan. Kızıyorum  kendime, öfke sarıyor. Öfkeleniyorum terliğe, yudum markete selam vermek zorunda olduğumu düşünüyorum buna da sinirleniyorum. Selam vermek istemiyorum, aşağılayıcı bakan Fatoş'a.. Fırına kadar Fatoş teyzeyi düşünüyorum. Hayatındaki en büyük zevk sandalyede saatlerce oturmak, diye düşünüyorum. Vücuduyla zihnimde oyunlar oynuyorum, gülümsüyorum sonra kendi kendime.
   Lanet olsun! Fırına yaklaşmışım. Fırıncıyla muhabbet etmek istemiyorum. Sırnaşık adam, sürekli sorular soruyor. Ekmeğe giden tek genç kız ben miyim? düşünüyorum. İçten içe seviniyorum, güzelim ben diyorum.
Üç ekmek, sesleniyorum. aksi bir sesle. Anlasın istiyorum,konuşmak istemediğimi. Konuşuyor, dinlemiyorum. Geçiştiriyorum adamı. Hâlâ konuşuyor.. Sarkıyor, sonra belki fantazi dünyası kuruyor kendine. Bunları düşünüyorum, dönüşte. Yolda kimseyle karşılaşmak , selam vermek istemiyorum. Midemi bulandırıyor bu mahalle, bu sokaklar. Evler adeta böcek yuvası. pencerelerden kafalarını uzatan insanlar, böcek kafaları görüyorum, onlarca, yüzlerce böcek kafası.. Tiksiniyorum. Bir an önce  eve atmak istiyorum kendimi. Sokak aralarında genç erkekler şakalaşıyor, ne kadar cıvıklar, kocaman insanlar nasıl böyle sulu şakaları oluyor. Birer pislik gibi geliyor bana bu çocuklar. neyse ki evime vardım. Kahretsin ki yine o ses. '' Ekmek aldın mı ? '' '' nerde kaldın ?'' susuyorum, sadece susuyorum.. Arapça söylenmiş bu tümceler beni geriyor, haykırasım geliyor, çığlıklar basıyorum beynimde.. Fakat duymuyor o, duysa da farketmez çünkü Türkçe bilmiyor...