5 Ekim 2015 Pazartesi

Ayşe abla'ya...


                                     
                                                    İntihar İzi


'' ben yalancı değilim, üzerimde hakkın çok, helal et. Güzellikler sizin olsun. '' Ulan bu nasıl nottur be! Benden sonra Allah belanı versin der gibi, hepinizin hayatına sıçayım der gibi... 
     Bir gün dershaneden çıkmışım, açlıktan ölüyorum. Berna: '' kanka gel ablama gidelim, bir şeyler atıştırırız, öğleden sonraki derse de yetişiriz.''
'' he ya çok açım zaten, gidelim. Yakında kovacak bizi demedi deme. '' Gülümsüyoruz.

Belediye caddesine geliyoruz. Bu memlekette hoşuma giden iki yerden birincisi belediye caddesi, su çıkan  yer de deniyor, ikincisi de havuzlu. Havuzlu denince insanın aklına bildiğimiz geniş, hacimli bir havuz geliyor. Ama bizim havuzlunun havuzu göt kadardı. Tam anlamıyla. 
   
Zili çalıyoruz, ses yok. Birkaç kez daha deniyoruz kapı açılıyor. Suna abla açıyor kapıyı içeri davet ediyor, her zamanki neşesiyle..  Her gün bu saatlerde kahvaltı eder Suna abla. Berna soruyor, Ayhan abi evde mi ? Yok, diyor. İşe gitti. Olsa da ne olacak ki. Gelmeleri bırakmayın sakın. 

Kahvaltı bitiyor. Suna abla kahve yapıyor. Ben ömrümde her gün gelen  misafire bu kadar istekle hizmet eden başka bir ev sahibi daha görmedim. Kapı çalıyor, Ayhan abi, öğle yemeğine gelmiş. Bir baş selamından ibaret muhabbetimiz. Berna çok seviyor eniştesini. Ama hep bir soğukluk var kanka, diyor. Soğuk bir adam, anlamsız geliyor be. Boşver kanka, Suna ablaya iyiyse bize ne, diyorum. Çok zaman geçiyor, çok zaman derken, yıl değil tabi, biz hâlâ parasız öğle aralarımızı Suna ablada geçiriyoruz. Aylar oldu. Ben, Suna abla, Berna ve tabi ki Ayhan abi çok güzel anlaşmaya başladık. O kadar güzel ki paramız olduğu zaman bile dışarda yemek yerine onlara giderdik. Parasından değil aman ha! Neşesinden, neşelerinden...
  Bir gün Bernalarda karyolaya uzanmış sigara tüttürüyoruz. Kanka  be,  ne iyi anlaşıyor enişten ile ablan. Yok be kanka araları pek iyi değil, Ayhan abi zor bir adam, diyor. Kendi halinde biri, diyorum. Yani. Geçiştiriyor. Maaşı falan da iyi, durumları iyi yani, neden anlaşamasınlar ki ? Sus kanka yahu biz kendi hayatımıza bakalım, diyor. Mavi En Sıcak Renktir filmini izliyoruz o gün. Saat 6'yı geçiyor eve yine geç kaldım. Babam! 
    Suna ablalar İstanbul'a taşınıyorlarmış. Yıkılıyorum. Giden yemekler için değil tabi, Suna abla ve Ayhan abi bize o kadar iyi geliyordu ki; ailemden yük ettiğim sıkıntıları, üniversite kazannma belirsizliği vs. ne varsa alıyorlardı sırtımızdan, güzelce yere bırakıyorlardı. Kapılarından içeri yükle girmiyorduk. Dünya o derece umurumuz dışıydı. O derece mutluyuz, umutluyuz. 
Vedalaşmalar bitiyor. Gittiler. 
Görüşmelerimiz azalıyor Berna ile aynıyız, hatta daha  kenetli. O yıl Berna İzmir'e gidiyor, ben Ankara'ya gidiyorum. Dört yıllık üniversite rehaveti de ayıramıyor bizi. Fırsatını buldukça bir aradayız. Berna, Suna ablaları görmeye de sık sık gidiyor. Ben imkanların kısıtlı olması nedeniyle çoğu zaman  yerimde sarıyorum. Suna ablayla muhabbettimiz miladını doldurmadı, bayramdan bayrama seviyesine düştü sadece. Daha az şey paylaşıyorum Suna abla ile. Berna hep var. 
Bir bayram Suna abla ile Ayhan abinin aralarındaki soğukluğu bizzat Suna ablanın ağzından duyuyorum. Yaşamak daha güç gelmeye başlıyor. Anlatma abla, demek istiyorum. Ben sizi mutlu gördüm, mutlu sevdim. Aksi çevremde gani gani var zaten, demek istiyorum ama tutuyorum kendimi.  Anlatıyor, anlatıyor... susmuyor, ağlıyor. Şaşkınlıktan öleceğim. Kahvelerimizi içiyoruz, İstanbul'u sevmemiş, alışamamış dört yıldır. Standartlaşıyor artık Suna abla. Okuyun, kendinizi ezdirmeyin vs vs. ''büyük adam'' entrikaları dönüyor masada. 
 Okuduk bitti, diyorum. Gülümsüyor. 
Daha nadir görüşüyoruz Suna abla ile, Berna hep aynı... Bayrama gelmiş Suna abla. Görmeye gitmek istemiyorum. Büyüdüm mü ? Eski alışkanlıkları bırakalı epey zaman oldu. Nereden çıktı şimdi Suna abla. Berna var  ama bitmeyen alışkanlık. Gitmiyorum, görmüyorum o bayram Suna ablayı. Ayhan abi de kalmadı aklımda zaten. Unuttum ikisini. Israr ediyor Berna, gel be kanka canı sıkkın biraz. Israra hiç gelemem, hemen öfkeye kapılıyorum. Yok ya hu!  bayramdan sonra gitmezse gelirim. Kırmak istemiyorum, evin kalabalığını bahane ediyorum. 
Bayram bitiyor, Suna abla gitmiyor. Neden bu kadar isteksiz olduğumu bilmiyorum. Gelecek kaygıma bağlıyorum kendi kendime. Sadece onu değil, kimseyi görmek istemiyorum. Yaş yirmi beş elde var  sıfır... 
Bayram biteli on beş gün oldu. 
'' Kanka eniştem evde ölü bulunmuş. '' mesaj aynen bu şekilde. Bir daha okuyorum bir daha bir daha... Hangisi diye sormak bile gelmiyor aklıma Berna habire yazıyor... ben donuk donuk ekrana bakıyorum. On beş gündür evdeymiş, apartman kokunca komşular anlamış. Abisi gelmiş,  kapıyı çilingirci açmış.... Şaşkınlık, üzüntü, vicdan azabı da cabası. '' üzülme kanka be 'dünya bu kadar işte, burası bu yani' '' Kitabı anımsa, diyorum. Ben bile inanmıyorum yazdıklarıma. 
  Ertesi sabah uyanır uyanmaz Berna'yı aramak için telefonu elime alıyorum. Berna mesaj atmış. '' intiharmış.'' 
Yıkılıyorum. Tıpkı bizi bırakıp İstanbul'a gideceklerini öğrendiğim gün ki gibi. 
Hüngür hüngür ağlamışım o gün. Başım çatlayacak gibi olmuş da ilaç alıp uyumuşum. iki gece uyudum, uyandım. Geçmedi. Ne vicdan azabım ne de acım. 
Geriye haber sayfalarında okuduğum intihar notu kaldı. İsyan edercesine '' güzellikler'' dilemiş Ayhan abim.  
Suna ablayı görmeye gitmemiştim. Hayatımın en büyük ikinci pişmanlığını yapmıştım. Hem de henüz yirmi beş yaşımdayken. Yolun yarısı bile değilken...

                                                                                                  

9 Mart 2015 Pazartesi


   Pencere kenarındaki eskimiş, köhne  kanepeye oturdu, kös kös dışarıyı izliyordu. Elinde ya da ağzında oyalanacak bir şeyler istedi.Oturduğu yerden doğruldu ve sabahın ilk ışıklarını bütün enerjisiyle -kollarını iki yana adeta bir denizi kucaklayacak gibi- sineye çekti.  Hemen her sabah olduğu gibi  bu sabah da, kocasını işe yolcu ettikten sonra pencere kenarındaki kanepesine yerleşti. Çoluk çocuğun oyunlarını izler hatta bazen bu oyunları anlamlandırmaya çalışırdı.  Pazardan ya da marketten dönen mahalleli kadınlarla muhabbete tutuşur, kadınlarla kahve içmek için kapıya çıkmaya  sözleşirdi.Her gün de benim kapımın önünde içiyoruz şu kahveyi! Biri de demez ki bu sabah bizim tarafta içelim, haspalar!  İçindeki kalkıp gitme dürtüsü onu harekete geçirdi ve bakkalın yolunu tuttu. Kapı eşiğinden, bakkal çıraklığı yapan Esra'ya selam verdi. Esra, mahallelilerden Hatice'nin kızıydı. Küçükken aynı adamı severlermiş Hatice'yle. Esra,ela gözlü, asık yüzlü, sert mizaçlıydı. Gençliğini bu harabeye dönüşmüş mahallede geçirmişti. Elleri topak topak, yanakları  sarkmış, bir kızın standardının dışında uzun boyu vardı. Nevin'e hiç çekici gelmezdi, ona göre bu asık suratlı yüz  mahalleliye de çekici gelmezdi.
 İçeri girdi;
 -sakız kaç kuruşa, dedi.
-Hayırdır Nevin abla sabah sabah ?
-hiiç. Öyle.
-On kuruş.
    Esra'ya çıkarken eliyle selam verdi. Ev ile bakkal arası üç beş adımlıktı.  Sakızını ağzına atmak için sabırsızlanma gereği duymadı. Evin kapısında bir köşesi yırtık olan terliğini çıkardı, kafasını hafifçe eğdi ayağındaki tek tarafı yırtık terliğe baktı. Yeni bir terlik almalı. Serhat'a söyleyim de akşam bir çift alıversin.Pazardan alırız, on liralık bir şeydir. Serhat da epey yoruluyor, çok mu yük oluyoruz ona? Kocalık vazifesi bakacak tabi. Anamın evinde kuzuydum ben kuzu! Çocukların da  masrafı cabası. Büyük de hep tembellik! okutmamalı haylazı.  Daha iki yaz öncesi aldığı ayakkabıları giyiniyor adamcağız. Evlere temizliğe gitsem, izin vermez ki deyyus. Serhat'ın kadını zenginlerin evinin bokunu temizliyormuş, dedirtmez. Gururu batasıca! Bu devirde geçinmek zor iş zaten. Ayşe'de geçen anlattı, gırtlağa kadar borca girmiş kocası. Kumarda kaybetmiştir, serseri herif. Yazık etti güzelim kızın gençliğine.  Ağır ağır yürüdü holde, çocuklara bakmak için odalarına yaklaştı,sessizce kapının kolunu indirdi ve göz ucuyla kapı aralığından baktı.  Henüz uyanmamışlardı. Ah! ne tembel bu çocuklar.Kahvaltı hazırlayıp uyandırayım, mutfağa ilerledi. Dolabı açtı. sucuklu yumurta yapmaya niyetlendi ama yumurta yoktu, kalan son iki yumurtayı sabahın köründe işe yolcu ettiği  kocasına kırmıştı. Neyse ki sucuk kalmış. Sucuğu tavaya koydu, üzerine biraz  biber salçası kattı. Yerlerdi çocuklar. Zaten hiçbir şeye itiraz etmezlerdi. Babalarına çekmişler ne de olsa. Cebinden  karbonatlı sakızı çıkardı, neyse sonra çiğnerim. Çocukların kahvaltısı bitti, sofrayı toplamaya başladı. Uyanır uyanmaz sokağa kaçıyor bunlar da. 
     Yeşil fasulye pişiririm, diye geçirdi içinden. Yanına da pilav. Bulgur pilavı mı yapsam? Kaç zamandır yapamıyorum. Serhat da çocuklar da sevmez ki. Kendim yerim. Yalnız onlar için mi yapıyorum sanki. Mideme de oturmuyor değil bulgur. Gece yatırmıyor sonra. Mutfağa girdi, kocasının rakı içtiği ince belli,dokunsan kırılacak izlenimi veren bardağa,soğuk su doldurdu. Ayaklarını sürüyerek koridoru geçti. Önce kanepeye oturdu  sonra elindeki bardağı pencerenin tahtası dökülmüş, yağmur suyu yemekten şişmiş,kenarına koydu. Öylesine getirmişti suyu da, elbet susarım,diye. Fasulye yapayım, yanına da pirinç pilavı, hem çocuklar çok sever. Serhat  bugün kaçta gelir ? Neyse üç gibi başlarım yemeğe, ancak yetişir. Elbiseleri çok kirlenmese, çıkmıyor sonra kömür lekesi. Bütün çamaşırları berbat ediyor. Cebinden sakızını çıkardı. Kabını açtı ve ağzına attı. Sakız, ilk çiğneme esnasında  çok sertti, yavaş yavaş yumuşamaya başladı. Dişlerinde ağırlığı hissetti. Sakızı yumuşatmak da zor. Dışarıya baktı; pencereden ne kolay görünüyordu bir sakız alıp gelmek. Çocukları, Serhat'ı ve kenarı yırtık terliği zihnini yormuştu.

Ne basit işti, bir sakız alıp gelmek. Pencere kenarında iken.. 

13 Şubat 2015 Cuma

 


                                                      Münevver'den Özgecan'a.

Kardeşim, bugün 13 Şubat 2015 benim ölümümün üzerinden tam beş sene geçti. Yukarıdan her şeyi görüyorum. Görüyorum ki beş senedir hiçbir şey değişmemiş.  Caniler hâlâ meydanlarda aşık atıyorlar. Kimseler işini yapmıyor. Şoförler şoför değil, canavar olmuş. Duydum ki birinci sınıf psikoloji öğrencisiymişsin. Bu memleketin sana o kadar ihtiyacı varken sana kıymaları niye ?  Kimseler anlamıyor güzelim. ,yanlış yürüyorlar; görmüyorlar. Hızlı yaşıyorlar; duymuyorlar. Bak sana neler diyeceğim, on sekiz gün sonra benim ölüm yıl dönümüm. Şimdi aklıma geldi o gün. Ne kadar acı çekmiştim. Sayende hatırladım. aldırma gülüşüme, ağlayamadığım için gülüyorum. Sen de çok acı çekmişsindir, biliyorum, hissediyorum. Acılar geçiyor burada. Bana inan. Acı bırakıyoruz zamanla. Alışıyoruz biz. Onlar unuttukça biz alışıyoruz. Çok canın yandı, sesine kimse gelmedi. Dünyaya küstün o an, oysa daha öğle saatlerinde onlarca arkadaşınla gülüp eğlendin. En yakın arkadaşınla otobüste vedalaştın. öptün onu, görüşürüz yarın, dedin. Onu da çağırdın, ama seni duymadı. Anne diye bağırdın, annen yoktu. Baba dedin; baban seni okulda biliyordu. Herkes kendi halindeydi. SEni duyan, gören olmadı. Ben seni gördüm kardeşim, beni affet sana yardıma gelemedim. Burada izin vermediler seni kurtarmama. Ama burası çok güzel, gelince göreceksin sen de. Oradan daha ferah hem. Sen istediğin zaman istediğini görebiliyorsun.
    Benim üniversiteye gitmemi engellediler, senin de üniversiteni okutmadılar. Hayallerin vardı senin de benim gibi. Gerçekleştirmemize engel oldular. Hayallerimizi çaldılar. Ne düşünüyordun otobüse bindiğinde ? Bir an önce eve gidip üzerini değiştirip biraz dinlenmek istiyordun. İzin vermediler. Sen en sevdiğin şarkıyı bütün masumiyetinle dinlerken onlar şarkıların önemini bilmediler. Senin küçücük bedenini düşlediler. Haince! hunharca!
 Sevmenin tadına yeni yeni varıyordun, sevdiğine acımadılar. İlk aşkı yaşatmadılar sana. Üniversiteye gidince ile başlayan cümlelerin sonlarını yaşayamadın. Yaşayamadığın bütün güzellikler kaldı şimdi. Kim verecek bunların hesabını ? Sorular sormamalıyım. Cevabı yok hiçbirinin çünkü. Her şeye kader diyecekler. Ve susacaklar. Ağlayacaklar, eskitecekler seni de gözyaşlarıyla. Ama hiçbir şey yapmayacaklar kardeşim! dur demeyecekler. Sen alış. Acı çekme. Gel, hadi. Hoşgeldin yeni dünyana.