16 Aralık 2014 Salı

                                                Çocuk Azize

Azize, mahallelinin çingeneler diye adlandırdığı ailenin kızlarından biriydi. On iki yaşında, elâ gözlü, bembeyaz tenliydi. Banyodan hemen sonra saçlarını kurutmadan sokağa çıkardı.  Çekingen ve uysaldı.  En azından Meral' e göre öyleydi. Meral hiç sevmezdi Azize' yi. Çok zeki bulurdu onu aslında. İçinde haset beslerdi ona karşı. Bazen bunu düşünürdü, düşündükçe önce Azize'den sonra kendinden nefret ederdi.Meral'in kendine olan nefreti dâimiydi. Hoşlanmıyordu kendinden.  Yerli yersiz öfkeleri vardır, öyle öfkelenir ki karşıdaki insanı sonsuza dek kaybedecek derecede sözler söylerdi.  Çoğu zaman da kaybederdi sevdiklerini. Ağır olurdu cümleleri. Öfkesi,siniri çevresindeki insanları bunaltırdı. Bazen elinde bulunan, kendine ait olsun olmasın ne varsa yere çalardı. Dakikalar sonra pişman olurdu. Hep pişman olurdu, hep pişman olacak şeyler yapardı. Azize' yi kırardı, üzerdi. Ama Azize hiçbir zaman bırakıp gitmezdi onu. Meral'i severdi. Belki sever gibi yapardı. Durumları biraz iyi olduğu için - en azından kendilerinden iyi-  yanından ayrılmazdı. Sokaklarda birlikte gezerlerdi. Balkonu olan evlerden birlikte oyuncak çalarlardı. Hiçbir konuda anlaşamayan bu kızlar oyuncak konusunda da anlaşamazdı. Çoğu kez aynı oyuncağa yönelirlerdi. Ve bir gün bunun cezasını ödediler ,yakalandılar. Meral yine öfkelenmişti. Eliyle Azize'ye doğru yöneldi. Birden nasıl olduysa Azize'nin pamuk gibi yanağına -Meral'in deyimiyle pamuk gibiydi Azize'nin yanakları- sert bir tokat indirdi. İkisi de şaşkınlık içerisinde ne yapacaklarını bilemez halde birbirlerine baktılar. Sadece baktılar. Sonra Azize'nin gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Ağlıyordu Azize. Meral ilk kez öyle görüyordu onu. Azize ses etmeden ağlıyordu. Meral, bu çingene kızın sessiz ağlayışına şaşmıştı.Tepkisellik bekliyordu. Azize bir şey söylesin istedi. Sessiz sedasız ağlamalara alışık değildi oysa. Kardeşi böyle ağlamazdı ki, feryat figan evi bastırırdı. Çoğu kez Meral korkardı bu yüzden. Ama Azize... Ses çıkarmadan öylece durup bakıyor, sanki ağlamıyor da gözüne toz kaçmış gibi yapmıştı. Şaşkınlığını gizlemeye çalışır Meral.  Alelacele toparlanırlar, evin yolunu tutarlar. 
   Kızlar bu utancı mahalledeki diğer çocuklara anlatmamaya karar verirler. Meral yine bir pişmanlık buhranı ile çeşitli bahanelerle Azize' yi konuşturmaya çalışır. Ancak Azize konuşmamaya yemin etmiş, bir tokat yüzünden dünyaya küsmüş gibidir. Sokağın başında ayrılırlar. Meral mahalledekilerin onunla görüştüğünü bilmelerini istemezdi.  Utanırdı Azize'yle dolaşmaktan. Çünkü hiçbir çocuk oynamak istemezdi onunla. Çünkü bitliydi Azize, çingeneydi, ailesi pis ve pasaklıydı. Mahalle halkı da çocuklarını sıkı sıkı tembihlerdi. 

   '' çingenelerin olduğu tarafa gitmeyin, çingenelerden uzak durun.. ''  daha bir sürü ikazdı işte.

Bazen dozunu kaçırırlardı hatta. Azize'yi gördükleri yerde ailesiyle ilgili mide bulandırıcı söylemlerde bulunurlardı. 
      Ailenin en akıllısıydı. Öyle düşünürlerdi ama elden ne gelir. Yardım etmekten çok vahlanırdı mahalleli. Dedikodu da cabası olurdu. Kardeşi deli Salih'i elinden tutup gezdirirdi. Kimin ne söylediğini umursamazdı bile. Küçük Kadın'dı. Annesinin annesi babasının babasıydı. Abi-ablalarının  da anne-babasıydı. 
     Okula gitmiyordu, gitmek de istemiyordu zaten. Sevmiyordu okulu. Okuyan çocukları da sevmezdi. Böyle de bir kibiri vardı. Sanki çocuklarla kendi istemediği için oynamazmış gibi davranırdı. Belki gerçekten istemezdi. O yüzden mahallenin içten içe sevdiği kızdı. 
     Azize o günden sonra Meral'i hiç affetmedi. Onunla gizli olan buluşmaları da kesti. Meral, defalarca özür dilemişti halbuki. Neden affetmek istemedi ? Onun tanıdığı Azize affederdi. Günlerce düşündü Meral. Konuşmaya karar verdi onunla. Bu vicdan azabına dayanmak zor geliyordu çünkü. Okuldan çıkışta hemen Azizelerin yaşadığı gece kondunun  karşısında bulunan  apartmanlarına girmek yerine Azizelerin  gece kondusuna yöneldi. Etrafa bakınıyor bir yandan. Bir gören olmasın istiyordu. Çekiniyordu hâlâ. Çevreye bakınayım derken gece kondunun ortasına kadar ilerlediğini farketti.. Ancak ev bomboş. Kimseler yoktu. Kötü kokular hariç. Evin içi resmen sidik kokularıyla bulanmıştı. Midesi bulandı Meral'in. Kendini hızla dışarı attı, anlayamadı ne olduğunu. Temiz hava soluğundan sonra farkına vardı. GİTMİŞTİ Azize... 
      Tıpkı Azize'ninki gibi gözyaşları döktü yanaklarına. Pamuk gibi değildi onun yanakları. Ağlarken onu düşündü, onun ağlamasını. Onun gibi ağlamak istedi. Ama yapamadı. Hıçkırıklar kopardı boş avlunun göbeğinde. Durduramadı gözyaşlarını. 
      Ne kadar süre burda böylece durduğunu bilmiyordu, artık hiçbir şey bilmek istemiyordu. Eve gidip uyumak istedi. unutmak istedi. Hep yapardı bunu; unutmak için uyumak vardı onun için. Uyumayı sevdiğindendi bu bahane belki.  
    Seneler sonra bir dersane çıkışında gördü Azize'yi. bir kardeşi daha olmuş. Annesi hep kardeş getirirdi onlara. Kucağında kaldırım kenarında öylece oturuyorlardı. 

       Yine olmadı.. Yanına gidip oturmak istedi ama yapamadı. Önünden geçti gitti.  Çocuk olmaktan vazgeçti sonra Meral. Büyüdü o gün. Muradiye'nin tozlu yollarında bıraktı çocuk olmayı... Hiçbir zaman da unutamadı Azize' yi.

4 Aralık 2014 Perşembe


   

                                         Kayıp Kapak

Beşir'in en sevdiği oyundu gazoz kapaklarıyla oynamak. Aslında bakılırsa Beşir'in mahalledeki bütün arkadaşlarının en sevdiği oyundu. Orta halli ailelerin yaşadığı mahallelerde oyunlar da çocukların kendi imkanlarıyla ortaya çıkarılırdı.  Bu mahallelerde oyuncaklara para verilmezdi. Annelerin babaların kullanmadığı malzemelerle oyuncaklar elde edilirdi.  Dolabın kopan kolu araba  yapılırdı mesela. Babanın alet çantası otobüs...
   Orta ikinci sınıf öğrencisi olan Beşir, derslerinde de vasattı. Okuldan gelir gelmez kendisine ait olmayan odaya çantasını fırlatır, üzerini alelacele soyunur, eşyalarını katlıyormuş gibi yapıp dolabına atardı. Biraz geveze bir çocuktu. Dış görünüşü de pek iyi değildi. On bir çocuğun sondan birincisiydi.  
   Babası mizacı sert, asabiydi. Pek anlaşamazdı babasıyla, babası da onunla, her akşam içen, sabahları da akşam yaptıklarını hatırlamayan bir adamdı. Bazı zamanlar da akşam olanlar için özür dilerdi.  
       Yine bir sabah akşamdan kalma haliyle Beşir'i yanına çağırdı ve ona ''bedava'' çıkan bira kapağını verdi.

        - al bunu oğlum, akşam eve gelirken bir birayı burdan al. 

üzerine beş lira daha verdi. Toplamda iki bira almasını tembihledi. 
Beşir, öfkesini gizleyerek, sadece boş gözlerle bakmakla yetindi. Kapağı cebine koydu, diğer kapaklarını da öteki cebine...

          Balkondan şöyle bir göz attı mahalleye; çocuklar inmiş miydi, inmişlerse bugün ne oynamaya koyulmuşlardı. Bir yandan mahalleyi dikizlerken diğer yandan babasını düşünmeye başladı. 
               Sevmiyordu onu. Karar vermişti buna. Aslında karar vermekte  çok zorlanmıştı. Sabahları bir melek olduğuna inandığı adam, akşamları bir canavara dönüşüyordu birden. Bazı geceler  sarhoş olan adamın, babası olmadığına inanmak isterdi. Bu bir şeyi değiştirmezdi ama. Çünkü Beşir her akşam yerdi dayağı.. Önce annesi, kardeşleri, ablaları abileri...Sonra ona gelirdi sıra. Hatta bazen sadece kendi yerdi. Babası onun çok yaramaz olduğunu düşünürdü çünkü. Geçerli sebep buydu sarhoşluk değil. 

           Bütün bu düşlerin arasına oturan bir seslenme: 
- Beşir! gel ulan aşağıya. Kapak oynayalım.

+ ne bağırıyorsun oğlum. Tamam, geliyorum.

  Beşir, cebine doldurduğu kapaklarıyla hızlıca merdivenlerden indi. Şakır şakır ses geliyordu cebinden. En sevdiği sesti..
       Babası gelmeden eve dönmeliydi, onu mahallede oyun oynarken görürse kaçınılmazdı dayak yemesi. Diğer çocuklar akşam ezanı okunur okunmaz eve geçerdi, Beşir babası mahallenin köşesinde  görünene kadar. Bazı zamanlar babası evin kapısından girer  girmez kapıda Beşir'in onu görmesini beklerdi. Beşir de bunu bildiği için oyun oynarken sürekli evlerinin kapısına bakardı. Çoğu zaman oyuna  dalardı aslında. Babası bunun da çözümünü düşünmüş olacak ki balkona çıkardı. Balkonda sadece izlerdi. Seslenmeden, seslenme gereği duymadan izlerdi. Dakikalarca beklerdi orada, bir ayağını çok yüksek olmayan balkon duvarına uzatır Beşir'in görmesini beklerdi. Zaten her on dakikada balkona ya da kapıya bakan Beşir babasını hemen farkederdi. 
        Oyun bitti. Her zaman olduğu gibi bugün de yutmuştu. Tek mutluluğu mahalledeki çocukları yutmak. Hem de her oyunda. Biriktirdiği yüzlerce bilyesi, gazoz kapakları , tasoları vardı. Evin bodrumuna doğru yürümeye başladı, kafasında kazandıklarının hesabını yapıyordu, birden babasını gördü,babası görmeden kapakların tamamını, evlerinin hemen yanında bulunan izbe bahçeye  attı. Neyse ki fark etmemişti babası. 
      Gelir gelmez biraları sormuştu. Beşir telaşlı biraz da serin kanlı olmaya çalışarak: 
- Hemen alıp geliyorum, dedi. 
        Sinirlenerek elini sağ cebine attı, kapak yok. Sonra sol cebine attı orada da yok. Sinir kendini korkuya dönüştürüyor gittikçe. Engel olunamaz bir gözyaşı geldi hemen ardından. Sakin olmaya çalışıyor kapağı aramaya devam ediyordu. Ama ne yaptıysa ne ettiyse kapağı bulamadı. Aklına bahçeye atmış olabileceği geldi, ancak bahçe çöp yığınıyla dolu olduğu için bulunması zordu. Yine  de devam etti aramaya. Fatih'i çağırdı, en yakın arkadaşı Fatih'ti. Ona yardım edebileceğini biliyordu. Fatih'le dakikalarca aradılar yok. Ne söyleyecekti şimdi babasına ? Ne söylese inanırdı ? Yalan düşünüyordu durmadan. Değiştirerek, yuvarlayarak anlatacaklarını düşünüyordu. Ama artık çok geç... Çünkü babası balkonda onları izliyordu.
- Ne yapıyorsun orada ? 
+ Kapak arıyorum, senin bana sabah verdiğin kapağı kaybetmişim. 
- Bahçede mi arıyorsun ? 

Bahçede mi arıyordu ? Evet. Nasıl izahı olacaktı bunun. Biriktirdiği tüm kapakları buraya attığını söylese , dayak yiyecek, kapağı kaybettiğini söylese yine dayak yiyecek.. Çıkışı yoktu, yiyecekti dayağı. 
   - Evet. 
  + Yukarı gel. 
İşte bu davet dayağa davetti. Alanen bir davet.. 
Fatih'e ucu kırık bir görüşüz attı. 
 Merdivenlerden ağır ağır çıkmaya koyuldu. Ağlamayacağım, ne kadar hızlı vurursa vursun. Kemerle vurursa ? Olsun o zaman da ağlamayacağım. Bu kez sopayla dövecek ama, geçen akşam kopmuştu kemeri.
  Doğru tahminin zevki yüzüne bir gülümsemeyle oturdu. Babası elinde kalın bir sopa ile bekliyordu evde. Ablasını arıyordu Beşir'in gözleri. Onu sadece ablası kurtarır. Ablası yok. Henüz gelmemişti okuldan. 
   Tam anlamıyla eşşek sudan gelinceye kadar yemişti dayağı.. Tek damla gözyaşı akıtmadan. Belki akıtması gereken gözyaşı dudağından akan kan ile anlaşmıştı. Gözyaşı dökülmeyecek bugün. Bugün kanı akacaktı. 
   Hemen o gece ölmeye karar verdi. Dayanamıyordu daha fazla artık. Maalesef  kendini öldüremeyecek kadar yorgun düşmüştü cılız bedeni. Kendiliğinden uyumuştu.. Ve sabah babası baş ucunda saçlarını okşuyordu. Ondan özür diliyordu. Beşir, ağlamamak için sıkıyordu kendini. Babası gitti. Başını kaldırdı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.. Yediği o kadar dayağın ağlatamadığı çocuk, bir baş okşamasına kanmıştı belki... 

      

      
      

27 Kasım 2014 Perşembe

Zelda

bir tez merasimi.. bir kış akşamı elime aldığım kitabın, herhangi bir şiir kitabının, beni sonu görünmeyen bir boşluğa sürükleyeceğini nereden bilebilirdim? düşü-ne-medim. Nilgün Marmara yazıyordu, mor kapaklı bir şiir kitabı üzeriydi.  ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben! kendini bilmiş, beğenmiş, şımarık bir eda var. Kısa bir göz gezdirme sonrası öğrenci evimdeki bin bir zorlukla taşıyıp getirdiğim, küçük koltuğuma atıvermiştim. Şiir, roman, öykü, film, belgesel koltuğum. Edebi sanatlarımı istişaare ettiğim koltuğum. 

        Kimdi Nilgün Marmara ? beynimin ince noktalarında bir his belirdi. Bilgisayar koltuğuma
 geçtim, açtım makineyi, çeşitli okumalar vs... günler, aylar.. 
        
           beni Sema hocayla yakınlaştıracaktı Nilgün. Düşünebilen insan yapacaktı beni, kadının doğurganlığının mide bulandırıcılığını görecektim onda. Mutsuzlar ordusuna bir nefer daha katmayacaktım. Tıpkı onun gibi. Boğaziçi'nde oturulan  merdiven basamaklarının sahnesi Çukurova'da çekilecekti. Çukurova'nın Türk dili bölümünde merdiven basamakları Nilgün ruhunu hissedecekti belki. Yarım bırakmalarımızın ortaklığı çekecek beni. Hayatı, aşkları, sevileri...Aynı bekleme salonunun bireyi olduk. Hayat hep yüzünle seviştik tersinin hatrı kaldı, 

            13 ekim 87   sessiz bir intihar yaşadı. çığlık atmadan dudaklarının kenarında şiir kokan kan ile veda etti. Başka bir hayata hoşgeldin dercesine. 

15 Temmuz 2014 Salı



                                    bir  çift terlik
   Gözlerimi açtım, saat 19'a geliyor. içeriden yaşlı bir kadın sesi: '' Nilgün! git ekmek al, iftar saati yaklaşıyor'' Kalkıyorum sereserpe uzandığım kanepeden, ekmekler zihnimin ücra köşesinde sanki diyorum, rüyamda mı gördüm ekmekleri ? Boşveriyorum, soğuk su istiyorum suratımın tam ortasında, şaplatıyorum buz gibi suyu, tekrar tekrar... Lanet olası baş ağrısı bırakmıyor su zevkini tadayım. Ağrıya inat içselleştiriyorum suyu. içime içime çekiyorum. Sesler durulmuyor. Anne durmadan konuşuyor, cevap vermiyorum ya da belki de veriyorum bilmiyorum. Kapıya yaklaşıyorum, kapının önü terlik kaynıyor, ayağıma uygun olanı seçmeye çalışıyorum. Hangisi ayağımın çıplaklığını daha az gösterir. Utanıyorum, ayaklarımı görsünler istemiyorum. Fırıncılar, dışardaki erkek çocuklar.Ayaklarım bembeyaz, parlıyor. Hangi terlik kapatır ayaklarımı, kararsız kalıyorum. Tırnaklarım dahi görünsün istemiyorum. Yine boşveriyorum, her zaman giydiğim terliği geçiriyorum ayağıma. Kahrolası çok ses çıkarıyor, kimse duymaz umarım. umuyorum kimse duymasın. hurt hurt hurt....
  İniyorum merdivenlerden, lanet olsun çok ses yapıyorum bu terliklerle, vazgecemedim şundan. Kızıyorum  kendime, öfke sarıyor. Öfkeleniyorum terliğe, yudum markete selam vermek zorunda olduğumu düşünüyorum buna da sinirleniyorum. Selam vermek istemiyorum, aşağılayıcı bakan Fatoş'a.. Fırına kadar Fatoş teyzeyi düşünüyorum. Hayatındaki en büyük zevk sandalyede saatlerce oturmak, diye düşünüyorum. Vücuduyla zihnimde oyunlar oynuyorum, gülümsüyorum sonra kendi kendime.
   Lanet olsun! Fırına yaklaşmışım. Fırıncıyla muhabbet etmek istemiyorum. Sırnaşık adam, sürekli sorular soruyor. Ekmeğe giden tek genç kız ben miyim? düşünüyorum. İçten içe seviniyorum, güzelim ben diyorum.
Üç ekmek, sesleniyorum. aksi bir sesle. Anlasın istiyorum,konuşmak istemediğimi. Konuşuyor, dinlemiyorum. Geçiştiriyorum adamı. Hâlâ konuşuyor.. Sarkıyor, sonra belki fantazi dünyası kuruyor kendine. Bunları düşünüyorum, dönüşte. Yolda kimseyle karşılaşmak , selam vermek istemiyorum. Midemi bulandırıyor bu mahalle, bu sokaklar. Evler adeta böcek yuvası. pencerelerden kafalarını uzatan insanlar, böcek kafaları görüyorum, onlarca, yüzlerce böcek kafası.. Tiksiniyorum. Bir an önce  eve atmak istiyorum kendimi. Sokak aralarında genç erkekler şakalaşıyor, ne kadar cıvıklar, kocaman insanlar nasıl böyle sulu şakaları oluyor. Birer pislik gibi geliyor bana bu çocuklar. neyse ki evime vardım. Kahretsin ki yine o ses. '' Ekmek aldın mı ? '' '' nerde kaldın ?'' susuyorum, sadece susuyorum.. Arapça söylenmiş bu tümceler beni geriyor, haykırasım geliyor, çığlıklar basıyorum beynimde.. Fakat duymuyor o, duysa da farketmez çünkü Türkçe bilmiyor...

2 Haziran 2014 Pazartesi

iki çift laf: lavabo

    Tuvaletteyim geçenlerde. Okul tuvaletinde, ayna karşısında, bir yandan üzerimi düzeltiyorum kaşıma gözüme bakıyorum. elimi bir müddet yüzümde gezdiriyorum. Kafamın içerisinde tez konum. Acaba ne alsam diyorum kendi kendime.  İç monoloğumun dışa vurumuyla başlıyor ayna karşısında muhabbetimiz.
     Aslı Erdoğan demişti Dirhem. Hocayla konuşmuş konusu kafasında netleşmişti aslında. Fakat bir problem vardı: Aynı konuyu Mahir de istiyordu. Önce Dirhem'den dinliyorum Aslı Erdoğan'ı. Ayna karşısında kendimi incelerken kendimi düşünüyorum, odaklanamıyorum Aslı'ya. İçimden s.ktir çekiyorum Dirhem'e s.ktir etsene bunları.. Ayna var ben varım benliğim var .. her şey karşımda. Ruj sürüyor sonra kırmızı mıydı ? Pembe de olabilir dikkat etmiyorum. Bakmadım bile o yöne. Ses geliyor öylece kulağıma. Hâlâ konuşuyor Dirhem. Tezi şöyle düşünüyorum böyle düşünüyorum. Çok geçmeden içeriden bir ses daha yükseldi:
''Selma hocadan mı alıyorsunuz tezi?'' Bu cümlenin atmosfere yayılmasıyla kendim kendime bakmayı bırakıyor. Zihnime odaklanıyorum sonra, dudaklarımı, saçlarımı, gözlerimi dakikalarca inceledikten sonra. Teze gidiyor kafam yine, Dirhem ve içerdeki ses muhabbete koyuluyor. Bırakıyorum onları o halde. Zihnimde Nilgün Marmara... Ah Nilgün Marmara. Cesaretim olsa diyorum  biraz özgüven olsa almaz mıydım seni? bir yılım hatta bütün hayatım kavrulsun istemez miydim şiir ufkunda?
       Çok sürmüyor kafamın içindeki çatışmalarım. Hemen sonra biri giriyor içeri, daha önce bölümde görmediğim biri. Uzun boylu, alımlı sarışın bir kız. Aynadan şöyle bir göz ucuyla bakıyorum.Beğeniyorum. Telaş içinde bana dönüp: '' pedin var mı? '' diyor. O an çantamda ped olmasını istiyorum, neden bilmiyorum ama bu kızla konuşmak istiyorum. Yok diyorum sonra. Maalesef yok. Dirhem ve içerdeki kıza dönüyor, dinlemiyorum. Tekrar önüme bakıp aynada kendi gözlerimle göz göze geliyorum.
        Bu kez o gün annemi aramam gerektiği geçiyor aklımdan. Boşvermiş hissediyorum, elim bu sefer sağ yanağımda geziniyor.. Diğer tuvaletten Ferahi çıkıyor. Sınıfımızın en sessiz kızlarından biri. 3 senedir selamdan öte konuşmuşluğumuz olmadı. Yine bir baş selamıyla ellerini yıkıyor ve çıkıyor. Ferahi'yi düşünüyorum, sessizliği hoşuma gidiyor.susuşları güzel diyorum. Saatime bakıyorum, bir çeyrek olmuş, derse girmeliyim, derse girme isteğim gelmiyor. Orada, o ayna karşısından mutluyum. ellerimi kaşlarımda gezdiriyorum bunu düşünürken. Sktr ediyorum yine. Hiddetleniyorum. Çıkıyorum kapıdan. Çat! kapıyı vuruyorum.. İçerde kimse kalmamış, koridorda fark ediyorum..
     

11 Mayıs 2014 Pazar

spielberg

Kimdir Spielberg, nerelidir? Nasıl olabiliyor da böyle sürükleyici filmler yapıyor. İnsanı saatlerce yahut günlerce etkisinde bırakabiliyor.
   O Amerikalı bir yönetmen,2. Dünya savaşı evladı.. 2.Dünya savaşı demişken, kısa süre önce izlediğim Shinler'in Listesi filmine değinmek istiyorum.Savaşın insan üzerinde yıkımlara yol açan, insani değerleri sorgulamamıza yardımcı olan bir film. İlk izlediğiniz de filmin farklı bir ütopya yolculuğuna giriyorsunuz; fakat çok değil dakikalar sonra film kendini ele veriyor..
     Nasıl mı ?
 Filmde bencilliği görmemek olanaksız değildir,Shindler tam bir kahraman! Shindler bir yahudi kurtarıcısı! Evet, filmin havası tamamen budur bence... Aslında film bittiğinde donakaldım, gözlerimi kapattım ve dedim ki '' o gerçek bir kahraman''... Ardından Titanların Savaşı, Cennetin Krallığı gibi filmlerden tanıdığım Liam Neeson hayranı oluverdim. Ne mi oldu ? Ben bir Amerikalı'ya daha hayran oldum. İşte anlatmak istedğim budur : Spielberg bir Amerikalı, Amerika hayranı... VE her filmde bizi kendine bağlayan bu Amerikalı aslında Amerika'ya bağlı olmamzı istiyor. Bir çok filminden sonra içimde bir Amerika hayranlığı ve merakı doğuveriyor. Sonra bir kahve... Önce düşlerde Amerka'yı gezniyorum,görüyorum. Belli bir zaman sonra Amerikalı oluyorum. Bütün bu arzulara neden  olan şey tabi ki Spielberg'ün bize kahramanların tamamının Amerika'da var olduğunu göstermesidir.Bu sebeble Amerika özentiliğimiz bir zerre daha artıyor.
     Beni acımasız düşünmekle yargılayabilirsiniz. Yapay Zeka, Jurassic Park hatta hâlâ izlemekten zevk aldığımız Ten Ten Maceralırını yok mu sayalım ? diyeceksiniz belki de.. Ama şunu söylemeliyim ki bilimkurgu evrenseldir...
    Savaş filmlerini ele almak istiyorum : Neydi o Tom Cruise başarısı ? Biliriz Dünyalar Savaşı filmini. Bir Amerikalı sayesinde kainatta yeni bir dünya kurulabiliyor. Yine bir Amerikalı... Hem de iki çocuğuna bakamayacak kadar sorumsuz olan bu Amerikalı bir evliliği kurtaramazken ''yeni bir oluşumla'' karşımızda.  Çünkü o bir Amerikalı!
     Geçtiğimiz yıl ödül alan bir film Lincoln. Film; Amerika 16. başkanının hayatını konu ediniyor. Lincoln, köleliğin düşmanı, halkın göz bebeği... Filmin başrolü Daniel-Day Lewis. Bir röportajda dikkatimi çekti: İngilizmiş Lewis.. Fakat Amerika'yı  hayatının odak noktasına koymuş. Yani o bir Amerika sempatizanı...
     Yine bir savaş filmi, izleyeni coşturan bir film Er Ryan'ı Kurtarmak. Normandiya Çıkarması'nda Amerikalı bir askeri kurtarma çabaları ele alınmış.  4 çocuklu bir ailenin sağ kalan tek oğlu Ryan, vatanı için cephede.
Ryan, cepheden alınmalı savaşmamalı, neden mi ? çünkü Amerikalı bir ailenin kalan tek oğlu..
    Sonlandırmak gerekirse, Spielberg filmleriyle büyük gişe başarıları kazanmış, 2. Dünya Savaşı'nı başarıyla konu edinmiştir. Ancak o bir Amerikalı! İzleyiciye sunduğu bir çok filmde  Amerikalı kahramanlar yer alır. İzleyenleri Amerika'ya bağlamak isteyen bir yönetmen. Oldukça başarılı. Çünkü şu an hepimiz  Amerika sempatizanıyız...
   




     

8 Mayıs 2014 Perşembe

Cevdet hayali

   Annesi kocanın eziyetlerine daha fazla dayanamadı Cevdet'in. Ve bir gün onu bırakıp gitti bu dünyadan. Yapayalnız bir çocuk artık Cevdet. İşte Orhan Kemal'in bir romanı ; Sokakların Çocuğu.
    Annesinin ölümünden sonra  babası sahip çıkmaz küçük Cevdet'e, kendi başına çeşitli işlerle  geçinmeye çalışır. Derken bir zabıta gazabına uğrar, kısa bir süre sonra babasının bir ahbabı ona  acır ve onu hapishaneden çıkarır. Üstüne bir de iş bulur. Oto tamircisidir artık Cevdet.. Tamirci çırağı Cevdet..  Kitabın en ilginç yanı bu çocuğun sürekli hayaller kurmasıdır bence, Orhan Kemal eserinde o yaşlardaki bir çocuğun hayal dünyasını sürükleyici bir tutumla okuyucunun önüne koyuyor.
    Yaşadığı bu sefaleti, acımasızlıkları kabullenemeyen çocuktur Cevdet. Aslında o en çok Cevriye'nin kahramanı Cevdet'tir. Cevdet mi dedim ? Affedersiniz! POL diyecektim. Pol Cevdet.. Cevdet Pol... Cevriye'nin Pol'ü. Hayır hayır! Mari'nin Pol'ü..
    Pol, Cevdet gibi acı çekmez, gaga burunlu kalfanın hakkından gelir. Ödü kopar gaga burunlu pis kalfanın.Bir daha asla sırnaşamaz Cevriye'ye. Mari'ye sırnaşabilir mi hiç? Para teklifi dahi etmez Pol'e,korkar; çünkü  Pol o. Nagant'ı var onun. Diyebilir mi Gaga Burunlu ; getir de biraz kucağımda oturtayım, diyemez ya. Korkusuz Pol.. Nagant'ı olan Pol. Çalışır mıydı böyle yerlerde ? Hiçbir usta ona söz geçiremezdi ki, kimse korkusundan ağzını açmazdı. Yemek verirlerdi, yatacak yatak, sıcak çay.. Cevriye'nin getirdikleri kadar lezzetli olmasa da ; domates, biber,peynır verirlerdi ona. Korkarlardı çünkü.Haminnesi satabilir miydi ? Gaga Burunlu bir onluk iki onluk diye iğrenç tekliflerde de bulunamazdı hem. Pol'ün Mari'si o .. Cevdet'in Cevrye'si kime ne? kimse bakamaz ona..
             kahramansın Pol,Gaga Burunlu'nun kabusu Pol, Mari'ye vurgun Pol.. Pol'üm ben Nagant'ım var benim... Diye geçirir içinden Cevdet. iş yerinin kapı duvarına yaslanmış gözlerini gökyüzüne dikmiş, bir Pol olarak hayal ederken kendisini ustanın sesiyle irkildi. Cevdeett! hey gidi hergele seni, gel ulan buraya !